31 Ekim 2012 Çarşamba

KARANLIKTAKİ SİYAH

          Sıcak bir kış gecesiydi, şömineden yükselen çıtırtılar sadece kış gecesini değil kalbini de ısıtıyordu insanın. Sol elinde tuttuğu fincandan sıcak birşeyler yudumluyor sağ eliyle dizindeki battaniyenin tüylerini çekiştiriyordu, direnemedi, sağ elini özgür bıraktı. sağ el bir sigara daha yaktı, sonra bir nefes çekilip söndürülmüş sigaralarla dolu kültablasına bastı onu da. Kültablası artık uzun beyaz mermerlerle süslü gotik bir mezarlığı andırıyordu.
   
      Eskiden beri böyleydi, bir nefeslik hevesleri vardı, hercai bir rüzgarla kapılınıp ikinci nefeslik ömrü olmayan tutkuları.. anı an' da yaşamanın tadına varalı beri bu böyle olmuştu. belki abartıyordu biraz zaman zaman, ama abartmak hakkını çoktan vermişti kendine, küçük bir çocukken düşüp kolunu kırdığında annesi "abartma" dedi diye. O günden sonra herşeyi abartmaya başladı. Önce yemek yemeyi abarttı, şişmanladı, aşık olmayı abartıp sadece platonik olmaya inandı, içkiyi abarttı alkolik oldu, abartılı şeyler giyip abartılı müzikler dinledi, şişmanlığının alay konusu olmasına dayanamayıp diyeti abarttı sonra, hastalandı. Hastalığını abartmadı, ama keşke abartsaydı. Ölümden döndü. Abartmak onun için özgürlüğünü dışavurma biçimi olmaktan çıkıp bir alışkanlığa dönüşmüştü. İşte o zaman da alışkanlığın kötü bir şey olduğu yargısına vardı. Alışkanlık onu sabit ve değişmez kılıyordu. Ne yaparsa yapsın ilerleyemiyor bir yere varamıyordu. Onca marjinal deneyim sıradan birkaç alışkanlıktan ibaretti gözünde artık. Karar verdi, o hiçbirşeye asla alışmayacaktı. Önce en köklü alışkanlıklarından kurtulmakla başladı işe, artık hiç bişeyi abartmayacak bu bağımlılığından özgür kalacaktı. Abartarak değiştiremediği şeyler için yeni bir yol arayışına düştü ve farkında olmadan yine aynı alışkanlığa hizmet etmeye başladı. Değişimi abarttı.. 


      Camdan dışarıyı izliyordu, pencerenin önünde biriken kar kristalleri eşsiz güzellikte bir kış vaadediyordu. Gecenin karanlığında öyle beyaz ve parlaktılar ki yıldız tozlarını andırıyordular. Gökyüzüne kaldırdı sonra bakışlarını, tezgahındaki ilmekleri sayan bir dokumacının titizliğiyle inceledi siyah kubbeyi. Yıldızların yeri son 45 senedir hiç değişmemişti ve bu onda garip bir güven duygusu yaratıyordu. Herbiriyle yıllar süren bir ahbaplığı varmışcasına kendine yakın hissediyordu.
      
     Hayatındaki nadir alışkanlıklarından biriydi yıldızlar, çünkü evrenin neresine giderse gitsin elinin altındaydılar, ama bazen öyle hissediyordu ki sıkılırsa onlardan da birgün, söküp gökten basabilirdi kültablasına onları da. Karar vermişti çünkü, hiçbirşeye ve hiçkimseye bağımlı olmayacaktı o, kendi olmasını engelleyen herşeyden kaçtı, uzaklaştı. şimdi penceresi vardı ve yıldızları, çıtırdayan şöminesi ve sıcak içeceği, ama bu gecelik böyleydi belki de, yarın bir dağın zirvesinde yerçekimine meydan okuyor, ya da bir gece kulübünün gözalıcı ışıkları altında dönüyor da olabilirdi. Hatta çok sıkılırsa hayattan, onu da kültablasında söndürebilirdi. Seçimler onun içindi. O ne isterse öyleydi ve bu hiç değişmeyecekti, değişimin değişmezliği ironisi külçe gibi çöktü üzerine. ne yaparsa yapsın sıkıcılığını kıramıyordu hayatın. Ne kadar değişitirirse değiştirsin bişeyleri değişimin değişmezliğine gelip tıkanıyordu işte.. saçlarını değiştirmişti geçen ay, geçen sene yeni bir eve taşınmıştı, sevgilisini terketmiş, işini değiştirmişti. Ama önüne geçememişti bu sabitlik duygusunun bir türlü.. Belki yaşamı gerçekten basmalıyım kültablasına diye düşündü yine, sonra bir sigara daha yakmak istedi, vazgeçti. Ölüm korkusundan değil sırf alışkanlık duygusundan ölesiye korktuğu için içmedi.

     Fincanının boşalmış olduğunu farketti, buna sevindi. Hiçbirşeyin sonsuza dek sürmeyeceğini böyle küçük detaylarda görebilmeyi öğrenmişti. Ve bu küçük avuntular onu hayatın monotonluğundan koruyan kalkanı haline gelmişti. Bu hafiflik duygusuyla gerindi, Kalkıp mutfağa doğru yürüdü, fincanını yıkayıp sonra uyumaya gidecekti. Vazgeçti, bugün de kirli kalıversindi. ışıkları söndürdü, sıcak bir kış gecesini soğuk bir yatakta bitirmeyecekti.
    Atkısını aldı, anahtarlarını almadı. Çıktı.


Derya Birinci
01 Kasım 2012

Fikrimce; ilk kez fikrimdekiler hikaye diliyle döküldüler elimden, gelir mi devamı gelmez mi bilemem. Ben bir düşgezerim, gündüz düşlerinde gece kovalayan. Kırık dökük fikirlerim var, zihnime hasbel kader düşmüş evren okyanusundan, elçisiyim onların dilim döndüğü elim erdiğince. Ben fikrime danışmam, fikrim söyler bana günü gelince.

3 Haziran 2011 Cuma

YA İSTİKLAL YA KAPİTAL

   Artık kurtuluş savaşları cephelerde yapılmıyor.. artık televizyonlarda açılıyor cepheler, medyada..Türk yapımı amerikan kültürü alıyor ev kadınları damardan. bir yanda "sex and the city" çarpması yalnız mutsuz kızkuruları türetiyor medyasal silahlar, diğer yanda beli tabancalı, tokadı osmanlı maçolar yaratıyor en kabadayısından. 80' lik dedeler viagra zoruyla azgın tekelere dönüştürülüyor haraç mezat evlilik anlaşması programlarında. Kutsal saydığımız nimete küfrediliyor yemek yememe programlarında, yine de gözünü ayırmıyor bu israfın en arsız programından evine 250 gram kıymayı sokamayan akıl noksanı insan.. Bir yandan da "hepimiz aynı bahçenin gülüyüz" diye kılıflar uyduruyor bölücü hilelerine en tasavvuf musikisi kıvamından. "Lost" oluyoruz medyatik ortamlarda, "survivor" olabilenimiz çekiyor zehir kutusunun kablosunu duvardan..

     Atom bombaları yok artık, atomik hamburgerlerle bombardımana tutuluyor ülkeler, kadın çocuk yaşlı demeden "finger potato" ya diziliyor kitleler. Truva atları sokuyor Türkçe' ne, kültürüne. Virütik enfeksiyonlara "deva" oluyor ithal ecza stoklarında, bilimum hayvan cinsine ait gribal enfeksiyonlar türetiyor artık mevsimler..Özelleştirme adı altında santim santim satılmaktayken ülken T.C. vatandaşı olmayanlara usd dolarıyla, avunuyor halk devlet hastanesinde kuyruk beklememekten.. Sanki devletin tıngır mıngır özel hastanelere saydığı mangır, kesilmiyor sanırsın kendi vergilerinden.. İki misli vergi ödeyip "bedava" hizmet alıyor ne de olsa, cahil hesabıyla kar ediyor, haklı da.. "Dreams come true" ne de olsa..

    Babaannenden kalma domatesin üzerine yapıştırıveriyor "copyright" ı, artık tohumunu benden alacaksın diyor.. ekmeyeceksin biçmeyeceksin yoksa benden nasıl borç isteyeceksin? Petrol' ün var çıkartmayacaksın, ben gerekirse çekerim onu kuzey ıraktan sonra satarım sana kıyak paralara, dünyanın en pahalı benzinini kullanırsın kendi toprağından..

    Bir daha terörist falan demeyeceksin diyor bebek katiline, insandır, hakkı vardır, sayın diyeceksin, dağdan indirip meclise davet edeceksin. İnsan gibi konuşucaksın barbar gibi savaşmayacaksın. Sonra o şerefsiz gelecek "özerklik hakkımızdır" diyecek. Bu özerkliği bize vermek zorunda diyecek, kanlı parmağını sallaya sallaya konuşacak orda burda, adı demokrasi olacak. Bir isyan çekecek bu vatanın şehidinin torunu, noluyor lan burada diyecek! Bu vatan benimdir, diyecek, hapse girecek.. Atatürk' ü sevmemek gibi bir hak icad edilecek??? Yetinilmeyecek dile getirmek bile serbest olacak üstelik!? Din adına uydurulan şarlatan dümenleriyle memleket 250 yıl öncesine döndürülecek. Allah' dan bile korkmayacaklar üstelik Allah adını alet ederken kirli oyunlarına.

    Yakında sokuşturuverelim diyecek şu bayrağa şu maviyi de, ama bilmiyor olacak ki bir tek hilal bedeldir onun onlarca yıldızlı çaputu yerine.. artık kurtuluş savaşları cephelerde yapılmıyor.. soylu askerlerin kemikleri sızlıyor bu soysuz işgalde.. yurdum eyaletlere bölünüyor asimile cephelerinde.. artık kurtuluş savaşları cephelerde yapılmıyor..çok acı.. halkım tecavüzü kaçınılmaz sanıyor..akıl almaz bir arsızlıkla tadını çıkarmaya bakıyor..

    Kurtuluş savaşları artık cephelerde yapılmıyor evet.. Kurtarılacak bir vatan kalmadı sayemizde.. Atamın söylediği gibi gençliğe hitabesinde "...Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir..." bütün kamu demirbaşları zaptedilmiş, boğazları satılmış, orduları halihazırda terhis edilmekte olan, ve her köşesinde yabancı uyrukluların villalar köşkler diktiği bir memleketi görüp seslenmişti taa o zamanlardan.. ve eklemişti büyük insan; "Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"


Fikrimce: Asil kan, soylu bir başkaldırıda en kuvvetli silahtır, Aşı tutmaz, serum kaldırmaz. Asimile edilemez, hüküm giydirilemez. Ama asil kan, damarda zaptedilmesi en zor olandır soysuzluk eden bünyeyi zehirler. Kurtulmanın yolu çok açık. Ya onurlu davranacaksın ya o kanı akıtacaksın.. Hadi, oyun başlasın..

Derya Birinci
03 Haziran 2011

MİLLİ SEÇİM BAYRAMI

    "Milli seçim bayramımız(!)" hayırlı uğurlu olsun!
    Her seçim dönemi geldiğinde milletçe büyük bir coşku (!) içinde kutladığımız bu özel günlere yine kavuştuk çok şükür. Çoluk çocuk, yaşlı genç pek bi duygulu pek bi coşkuluyuz! Bu  "Seçim Bayramı" nın gönlümüzde daima ayrı bir yeri olmuştur vesselam. Bütün bayramlar bi yana bu bayram bi yana. Ne Zafer Bayramı böylesi bi coşkuyla kutlanır yurdumda ne 29 Ekim ne de 23 Nisan. "Seçim Bayramı" gelince işimizi gücümüzü bırakır hep beraber çılgın bi festival havasına bürünüveririz! Eeee ne de olsa kendimizi altın tabaklarda sofralarına ikram edeceğimiz "büyük"lerimizi seçeceğiz değil mi? Ne de olsa "hizaya sokulmak" ihtiyacımızı en çok giderebilecek olana milletçe karar vereceğimiz bir bayram bu. Bundandır bu coşkumuz bu heyecanımız.
    Bu "seçim bayramı" nın yeri ve önemi o denli büyüktür ki, toplumca türlü fedakarlıklara seve seve katlanır, elimizden gelmeyeni de borçlanarak yaparız. Mesela bayramın tipik özelliği olan taklar mutlaka kurulur. Her sokak arasında, birbiri arasına "ip" bağlanabilecek her bina, direk, ağaç mesafesine dizi dizi flamalar, 32 diş sırıtan sevimli posterler asılır ki yurdumun her caddesi her sokağı dizi dizi donların sallandığı birer "kenar mahalle" samimiyetine bürünür, içimizi ısıtır, kalbimizi yumuşatır.
    Mesela araçlarımızı garajlarına kapatıp, hergün saatlerimizi "toplu çile araçları" na ayırmamızın mazoşist bi eğilimle hiç alakası yoktur, tamamen sosyal bir toplum oluşumuzdan, içiçe kollektif bir yaşamı benimsemiş olmamızdan kaynaklıdır. Hele ki dünyanın en pahalı benzinini kullanıyor olmamız hiç ehemmiyet arzetmez. Bu fakirlikten değil sadece bir seçim meselesidir. Öyle ki "Seçim Bayramı" nda koca koca otobüsler kiralar, allar pullar, bayraklar asar son ses açtığımız hoparlorden yükselen güncel müziklerle şehirlerde bitmek bilmeyen turlar atarız. Bu hem coşkumuzun zenginliğimizin göstergesi,  hem de halkın müzik kültürünü geliştirmek amaçlı  güzel  bir geleneğimizdir. Bu geleneği seçim bayramı olmadığı zamanlarda siyah camlı, çelik jantlı, doğan görünümlü, aynasında cd sallanan, arka camında karpuz dilimi minderi olan her şahin aracı sürdürmeye devam eder.
    Mesela "Türkiye Çöl Olmasın" kampanyaları düzenler, bu yüzden ağaç kesmemek için "ithal kağıt" temin eder (parasıyla diil mi? zenginiz nasılsa) sonra binlerce, yüzbinlerce "seçim bayramı" broşürü bastırır ve bunu bilimum sokaklara serpiştirir, dağıtır, yayarız. Bunların sokaklardaki rengarenk görüntüsü memleketime ayrı bir güzellik verir, buna kirlilik diyenin zerre aklı yoktur. O broşürlerin her biri birer sanat eseri niteliği taşıdığı için Louvre' da sergilenmelidir, onlardaki renk ahenk uyumu bilimum parklardaki çiçekte böcekte yoktur. Vergilerimiz çevremizi güzelleştirmek adına kullanılmayacak da ne için kullanılacaktır?
    Mesela günlerce önceden duyuruları yapılan, büyük organizasyonlara girilen "ünlü seçilecek" lerimiz büyük fedakarlıklarla seslerini bize duyurabilmek için kalkıp ayağımıza kadar gelirler. Daha önce adlarını bile duymadıkları her mahalleyi her sokağı ziyaret etme zahmetini çekerler. Bizlere yakın olabilmek ve bilgeliklerinden faydalanabilmemiz için "halk günleri" düzenlerler. Bizler de kalabalık güruhlar halinde toplaşır, ulu bilgelerimiz konuşurken onun öğretilerine karşı gelen diğerlerini yuhalarız. Bir ağızdan anlamını sorgulamadığımız sloganlar atar, ıslıklar çalar, alkışlar tutarız. Öyle coşkulu öyle heyecanlıyızdır ki ne yapsak az gelir bu mutluluğumuzu ifade etmeye.
    Mesela televizyon kanallarımız omomatik, sanayağı, bilendaks şampuanı reklamı arasına o nur yüzlerini koyuverir ulu bilgelerimizin. Hep birlikte TV' ye kitleniriz. Reklamseven millet oluveririz. O nurlu yüzleri ekranda belirir ve fonda bizim için katlandıkları çileler, çektikleri cefalar duyurulur sıra sıra.. Haşa bu asla bir başa kakma değildir! Biz nankör, unutkan ve cahil millete bu yüce insanların fedakarlıklarını hatırlatmak amaçlı naif bi gayrettir. Gerçi pek çok yapıldığı iddia edilen şeyi hatırlamayız, ya da başka türlü hatırlarız ama bu tamamen bizim unutkanlığımızdandır.  Sonuçta bir "ulu bilge" öyle diyorsa öyle olmalıdır herhalde, galiba, sanırım..
    Mesela Seçim Bayramı günü sabahın köründe kalkıp, kafa kağıtlarımız elimizde kuyruğa girip, pis kokulu küçük kabinlere ulaşma çabamız bir tür ibadet gibi huşuu içinde yapılır. O kabin kutsaldır, içerdeki ritüel tamamen kişiseldir ve bir tür arınma ayini niteliği taşır. Ayini bitenler sırayla kutsandıklarını belirten mübarek bir tür mürekkep ile işaretlenme şerefine ulaşırlar. Bu eski ve yüce geleneğimizin kaldırılmasını isteyen bir takım akıl noksanları var! Neymiş efendim teknoloji gelişmişmiş, neymiş efendim internetten oylama neden yapılmıyormuş. Hadi ordan! böyle diye diye bu ülkenin milli değerlerini ve geleneklerini yozlaştırdınız zaten. Seçim bayramı sabahını özel kılan bu en vazgeçilmez geleneğimizdir. Sosyalleşir, yakınlaşır, anın ambiansını yaşarız. Bu gelenek de umarım daha uzuuun yıllar sürdürülecektir.
    Velhasıl kelam, sözü fazlaca uzatmadan hepinizin Milli Seçim Bayramı' nı en içten duygularımla kutluyorum sevgili milletim. Hepinize hayırlı uğurlu olsun, bu güzel günlerin kıymetini bilelim. Milli değerlerimizi yitirmeyelim.

Fikrimce: Deli deliye "delisin" dese, deli delinin aklını sorgulamaz. Akıl dediğin nimettir o da her deli olmayanda bulunmaz..

Derya Birinci
13 Mayıs 2011

11 Şubat 2011 Cuma

TUZ

    Bir genç kadın öldü, bir ihtiyar adam bir ölü genç kadını çırılçıplak soydu en mahremini utanmazca teşhir edip ve bununla da arsızca alay etti. Hatta yaptığı bana göre bir ölüye tecavüz ederek tatmin olmak sapıklığından çok da farklı değildi..

   Uzun ve gereksiz bir süre biçimsiz bir gündem yaratan malum konuyla ilgili konuşmayacağım. Sadece bu konu gündemi gaspederken kendi zihnimde uyanan başka fikirleri ve bunları irdelerken vardığım yargıları paylaşacağım bu yazımda. Yani çoğu zaman olduğu gibi konum insanoğlu, davranış biçimleri ve ona başka bir bakış açısı, başka bir irdeleme yöntemi.

   İnsan davranışlarını çiğlik, pişmişlik, yanıklık dereceleriyle değerlendirmeye yönlendirdi beni bu son zamanlardaki yaşadığımız olaylar.  Adeta herkesi ellerinde servise hazır tepsiler içinde leziz ya da mide bulandırıcı yemekler sunar şekilde görmeye başladım. Kimi fastfood kadar özensiz hazırlanmış kimi bir fransız restoranında sofra misali taçlanmış davranış biçimlerini uzatıyordu yemem için.. Ama tadına bakmadıkça yargıya varmanın, şekilciliğin nasıl yanılgılar yarattığına şahit oldum yeniden. Zira  Kiminin sosu fazlaydı, kiminin tuzu eksik, kimi aşırı yağlıydı, kimi tatsız kupkuru..

   Hepsinden önemlisi herbiri kıvamında pişmedikçe dünyanın en lezzetli yemeği dahi olsa yenebilir kıvamda olmayacaktı..

   Peki neden çiğdir insanoğlu? nasıl pişer? pişme kıvamı tutmazsa ne olur?

   İnsan çiğdir, zira dünyaya geldiğinde henüz topraktan sökülmüş bir sebzeden pek de farkı yoktur,  bir sofrada lezzetli bi yemek olarak sunulabilmesi için gerekli bütün potansiyele sahiptir aslında, sadece işlenmesi gerekir, bizzat "hayat" ın kendisi tarafından, büyük bir ustalık ve incelikle.. Böylece başlar insanoğlu da yetiştiği toprağa göre, kimi zaman lüks bir mikrodalgada, kimi zaman kulpsuz bakır bir tencerede, yaşam serüvenine..

   Pişme sürecinde kimi zaman açık unutulur ocağın altı, kimi zaman taşar da tencereden söndürür ateşi kendi kendine.. ve her insanın da bir pişme derecesi vardır, derecesinden az pişerse "çiğ" kalırken fazla pişirilirse lapalaşır ve hatta yanık tehdidi altında kalır..

   İşte bu pişme derecesi tutmamış insanlar, kimi gün karşınıza çıkıverir. Sizin lezzetinizi eleştirir bir gurme cüretiyle, "tuzun eksik senin" deyiverir, oysa tuz eklenebilir bişeydir, bunu bilmez çünkü tuzuna bakılacak kıvama hiç gelememiştir, çiğ kalmıştır ve muhtemelen bir tabakta artık bırakılıp bir çöp kutusunu boylamıştır.. oradaki kokuşmuşluğuyla bağırıyordur size, "senin tuzun eksik!" diye, aldırmayın.. artık onun için çok geçtir, ama size hala tuz eklenebilir..

   Kimi zaman da iyiniyetli bir aşçıbaşı tuzunu az bulduğu bir yemeğe tuz eklemek ister, ama tencerenin dibi tutmuştur, kaynaya kaynaya bütün vitamini buhar olmuştur ve hatta yanık kokusundan yanına yaklaşılmıyordur, ona ne tuz eklemenin, ne de "senin tuzun az" demenin bir faydası yoktur.. zira o yanık yüzüyle size kötü kötü sırıtacak ve "ee nolmuş ki? beni seven böyle sevsin" diyecektir. Kaderi aynen çiğ kalan gibi bir çöplüğün dibini boylamak olacaktır ya da belki bir midesiz tarafından afiyetle sindirilecektir.

   Kıvamında pişen bir yemeğin lezzeti tuzunun seviyesiyle zaten ölçülemez.. Çünkü aklıbaşında her aşçı bilir ki "tuz" aslında zevke göre değişir, onun hüneri her sebzeyi kendi kıvamında pişirebilmektir, nasılsa sofraya sunduğunda her zevk sahibi kendi baharatını üzerine ekleyecektir, kaygısını duymaz bunun..
İnsanoğlu davranış biçimlerini kıvamında pişirmeyi becerebildikçe tuz da eklenir, soya sosu da rahat olun..

   Bazıları acı sever, kimileri tatlı delisidir, benim için mükemmel sofra; çeşnisi bol, her lezzetten bir tadımlık alabileceğim ve tuzunu kendim belirleyebileceğimdir..

   FİKRİMCE: Çiğ insanlar bilmezler ki kendilerinin o ayıpladıkları şeyi yapma potansiyeli, yeterince pişmiş bir insandan kat kat fazladır.. Çünkü yemeği ateş, insanı hata kıvamına getirir..

Derya Birinci

13 Ocak 2011 Perşembe

YAŞASIN SINIF ATLADIK!

      Evet sınıf atladık, topluca, toplumca! Artık hepimiz 6. sınıf seviyesindeyiz! Yaşasınnn!. Sayın bakanım açıklamış, Türkiye' nin eğitim seviyesi 4. sınıftan 6. sınıfa yükseldi diye. O kadar zekiyiz o kadar iyi eğitildik ki arada 5. sınıfı yaladık yuttuk direkt olarak 6. sınıfa atlatıldık yani. Okuduğum anda gözlerim yaşarmaya, kalbim delice çarpmaya, nefesim ciğerlerime sığmamaya başladı, ömrü hayatımda bu kadar sevinip heyecanlandığım olmamıştır herhalde...

    6.sınıf.. rüya gibi.. şu ülkenin 6. sınıf seviyesine topluca çıktığını görebilmek için üniversite diplomasını yakıp ateşinde dansedecek pek çok eğitimli insan tanırım.. Üstüne de master diplomasından konfeti bile serpiştirebilirler hatta.

    Eğitim düzeyi denen şeyi kökten hatalı, sürekli değişen ve içi boşaltılan bir sistemin dağıttığı mühürlü imzalı kağıt parçalarına bağlayan, eğitimin gerçekte nasıl olması gerektiğiyle ilgili hiç bir fikir sahibi olmayan durgun zihinlere karşı "diplomanı yak" kampanyası başlatmak istiyorum.. Ya da diplomadan gül yapıp sayın bakana sunabiliriz, diplomalardan uçak yapıp meclis camlarından uçurabilir, diplomadan uçurtma yapıp gökyüzüne salabiliriz, diplomadan gemi yapıp dünyanın insansız bi köşesine kaçmak da fena fikir gibi durmuyor bazen.. Bunca içi boş diploma varken memlekette hiç değilse bir işlev kazanmış olur bu bahaneyle, eminim yurdum diplomasız ev hanımları çok daha yaratıcı ürünler de çıkartırlar. Diplomadan kapı paspası, diplomadan tencere altlığı, diplomadan yumurtalık, tuzluk, biberlik gibi nice dehalar çıkar memleketimden.

    Kendimi bildim bileli sorgularım şu eğitim sistemini, öğrencilik yıllarımdan başlayıp da şu güne kadar. Hayatımda asla kullanmayacağım bir dolu gereksiz bilgiyi kafama doldurup, bana asıl gereken ilgi ve merak duyduğum konularda kifayetsiz kalan öğretmenlerime sinir olurdum içten içten. İnsanları standartlaştıran, hepsinin aynı potansiyel ve eğilime sahip olduğunu varsayan ve buna göre ortalama bir eğitim müfredatı belirleyip "herşeyden azıcık" mantığıyla hiç bir konuya uzman yetiştiremeyen bir sistemin kaçıncı nesil kurbanlarıyız bilemiyorum.. Üstelik bütün ilk ve orta eğitimin boyunca bu standart sistemin kurbanı olup, yüksek eğitime geçeceğin anda sanki o konuyla alakalı bir yönlendirme yapmışcasına bir uzmanlık beklentisi içine girmesi de yüzümde çeşitli mimiklerin istemdışı oluşmasına neden olacak diğer bir durum. Zaten uzmanlık seviyesinde hakim olduğum bir konuda neden tekrar eğitim almak isteyeyim ki? O bölümde eğitim almak istiyorsam belli ki hiç birşey bilmiyorum ve "eğit beni" umuduyla geliyorum. Sınavdan bir gün önce vahiy mi gelmesini bekliyorlar mesela? Es kaza istediğim uzmanlığı seçtim diyelim, sonuçta yine içi boş bir eğitim sistemi, yine gerçek hayatta asla kullanmayacağım gereksiz bir dolu bilgiyle beyin tecavüzü, pratikle asla örtüşmeyen teori safsatalarıyla elime tutuşturacakları bir diploma.. Ve hayata atıldığında hiç birşeyin okuldakine benzemediği hüsranına uğrayan işbilmez "uzman" lar..

    Yukarıdaki paragrafı okuyup da bu ülkede yaşayan ve itiraz edecek olan yoktur sanıyorum.  İşin acıklı tarafı son beş senedir bu sorgulamam daha da derinleşti, zira 10 yaşında bir evlat sahibi olarak eğitim sistemiyle daha bir haşır neşir olmak zorunda kalıyorum, tam da bitti artık kurtuldum dediğim anda yeniden o sistemle kaynaşmak durumunda buldum kendimi. Birinci sınıfa başladığı günden beri oğluma sürekli telkinde bulunmaya, öğretmeye çalıştığım şey kendini aldığı notlarla değerlendirmemesi gerektiği, teşekkür alıp takdiri kaçırdığında ağlamaması, zayıf not almasının onu daha az zeki yapmadığı, okulların ona hayata dair herşeyi öğretemeyeceği, sadece  (ne yazık ki)ilerde iyi bir "meslek sahibi" olabilmek için kurallarına uyulması gereken sosyal bir ortam olarak anlatıyorum ona okulu. Çünkü günümüzde artık bundan bir gram daha  fazla kıymeti kalmadı okul denen kurumun.. Kendi dönemimle kıyasladığımda yine de şanslı çocuklardık diyorum ne yazık ki. Çünkü bizim "öğretmenlerimiz" gerçekten "öğretenlerdi". Anne ya da baba kadar umursarlardı bizi, üstümüzle başımızla, yediğimiz içtiğimizle, davranış biçimlerimizle ilgilenirlerdi. Okuldan çıkınca elimden tutup eve  kadar götüren öğretmenim olduğunu hatırlıyorum..

    Ya şimdi? müfredat diye dağıtılan o ücretsiz kitapları bir açıp içine bakın, 5 sınıf çocuğuna ders diye anlatılan konular, bizim dönemimizde en fazla 2. sınıf konusuydu belki de. Günümüzde çocuklara tam bir gerizekalı muamelesi ediliyor ve bunu şayet evde siz çocuğunuzu eğitme yolunda yetersiz kalıyorsanız farkedemeyeceksiniz bile. Neredeyse 5. sınıf çocuğuna abaküsle hesap yaptıracaklar, verilen ödevler internetten bul "çıktı" al getir şeklinde, sözüm ona araştırmacı yönlerini geliştiriyorlarmış, ne araştırma ama, hepsi birer "google" uzmanı oluyor çocukların tebrik etmek gerek doğrusu.. Müfredatlar bu denli içi boşken, içi dolu, mesleğini seven, hepsinden önemlisi çocukları seven kaç tane öğretmen var günümüzde? Hepsini karalamak haksızlık olur elbette ama bizzat yakın çevremde şahit olduğum "devlete kapak atmak" zihniyetiyle öğretmenliği seçen, öğretmekten bihaber öyle çok insan girdi ki eğitim sistemine, zaten kanser olan sisteme sızan yeni virüs takviyeleri gibi...

    6.sınıf olmuşuz.. toplumca.. yaşasın artık en azından herkes çarpım tablosunu ve kurtuluş savaşının tarihini biliyor demek ki..

    FİKRİMCE: Keşke okul öncesi seviyesinde kalıp, "insan" olmayı biraz daha öğrenebilmiş olsaydık, keşke eğitimin içi boş kalıplar yerine, yönlendirilmiş ve motive edilmiş süreçlerden geçtiğini kavrayabilseydik, keşke "kültür" seviyesinin "eğitim" seviyesinden bambaşka birşey olduğunu anlayabilseydik, keşke susmasaydık bunca zaman.. keşke sıra bize gelmeseydi.. diplomadan huni yapmayı bilen var mı aranızda?..

DERYA BİRİNCİ

12 Ocak 2011 Çarşamba

DÜŞ, DÜŞ-LEMEK, DÜŞ-MEK

    Kapatın gözlerinizi, bir deniz kıyısı düş-leyin, martılar, tropik bitkiler, rüzgar, güneş, kum.. ama önce fiziksel olarak tamamen rahat bir pozisyona geçin, çünkü en küçük fiziksel uyarı bile konsantrasyonunuzu sonlandırmaya yetebilir. tamamen boşaltın zihninizi, arının tamamıyla şu andan, hatta arının zamandan ve mekandan, ağırlığınızı unutun, yerçekimi yavaşça kalksın ortadan..

   ilk olarak sesleri dinleyin mesela, denizin kıyıya çarparken çıkardığı ahenkli dalgaları duyun, ağaçların yapraklarının birbirine çarparak çıkardığı alkış sesini işitin, sonra rüzgarın saçlarınızı dağıtırken çıkardığı sese kabartın kulağınızı.. ve hissedin rüzgarın ılık ılık yüzünüzü okşadığını, ayaklarınızın altında güneşten kavrulmuş kumların yakıcı sıcağını hissedin, denize doğru bir adım atın ayak bileklerinize çarpan serin köpüklerle irkilin..havadaki iyot kokusunun genzinizde bıraktığı buruk tadı yutkunun, belki üzerine bir bardak serin ve tatlı içecekle uzanın yarı gölgede kalmış bir köşeye.. ve bundan sonrası tamamen kişisel olmalı gerçek bir düş deneyiminde, ne benim ne bir başkasının bilemeyeceği tamamen sizin beyninizin üretimi olan birşey.. herhangi bir detay, gerçekte sadece sizin algılayabileceğiniz şekliyle, sizin düşünüze ait..
  
  Hayır hipnozla ilgilenmiyorum, okuduklarınız bir hipnoz seansından alıntı filan da değil.. Ya da her hangi bir meditasyon tekniği uyguluyor da değilim. Okuduklarınız sizin düşleme yeteneğinizi yargılamanızı sağlayacak basit bir test sadece.. harfiyen uyguladığınızda hafızanızın çalışma prensiplerine göre sırayla kokular, sesler ya da görüntüler oluşmaya başlayabilir. Bunun standart bir sıralaması yoktur çünkü herkesin beyin fonksiyonları ve çalışma şekilleri değişiklik gösterir. Görsel hafızası çok güçlü bir kişide önce görüntüler gelmeye başlarken, koku duyusu aşırı gelişmiş biri düşünü kurmaya kokulardan başlayabilir, düş' ün oluşturanları  tamamen göreceli ve değişken bileşenlerdir.

    Ama bir şekilde konsantre olamadıysanız düş kurmak konusunda yanılgıya düşersiniz.. kendi kendinize tekrarlayıp durduğunuz şeyleri "gerçekten" kafanızda canlandıramadıysanız düş kurmuş olamazsınız, çünkü düş aslında ciddi bir performans ve yüksek beyin aktivitesi isteyen zahmetli bir iştir.

    Yeterli çabayı gösteremezseniz bir gündüz rüyasından öteye geçemez, hayal kurmak, hayallenmek denen şeyin "düş" le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Hayal beynimize girdiğimiz komutlarla düşünmeyi telkin etme metodudur. Bu komutu alan beynimiz arşivini tarar ve sizin telkinlerinize en uygun olan verileri "fikir" olarak üretip size sunar, bu aslında gerçek bir üretim ve ürün değildir. Çünkü yeni veri oluşturacak bir deneyim yaşamamıştır ve telkinlerinizi "hatırlamaya zorlamak" olarak algıladığından yeni bir fikir oluşturacak yeterli zamanı yoktur.. panikleyerek aslında arşivinde daha önceden kaydedilmiş olanı arar, bulur ve size sunar.. Ne kadar güçlü telkinde bulunursanız o kadar derin bir arşiv taraması yapar.  Hayal kurmak aslında hatırlamaktır, akşamdan kalan yemeği ısıtıp yemekten teoride pek de farklı sayılmaz.. Ve herhangi bir konuda yeterince düşünmek için zamanınız yoksa hızlı bir hatırlama yöntemi olarak çok yararlı olabilir.

    Düş böyle değildir.. çünkü düş tamamen yeni bir deneyimden ayırd edilememelidir, düş beyninizi tamamen yeni bir deneyim yaşadığına ikna edebilmektir. Duru bir zihinle yapılmasının en önemli nedeni de budur zaten, beyninizi paniğe sokup arşiv taramak zorunda bırakmadan onu özgür kılarak sadece sizi dinlemesini sağlamak ve komutlarınızı beş duyunuzla algıladığınızdan emin kılmaktır düş kurmak..Hayal varsaymaktır, düş ise gerçekleştirmek.. düşü gerçekten ayıran tek şey "zaman" dır. Herhangi bir zamana ait olmayan "yaşanabilir" deneyimlerdir düşler. Fiziksel algılarınızı yöneten beyninize hükmedebilme yetisidir. Bir deneyimin gerçekliğini beş duyu ile algılamamızı sağlayan kaynağı ele geçirme sanatıdır "DÜŞ" .        

 "DÜŞ" "GÖRMEKTİR", "HAYAL" ise "FARZETMEK"..

     Tabi tıpkı hayal ve düş  arasında olduğu gibi, şizofreni ile de arasında ince bir çizgi vardır sağlıklı bir "düş"ün.  Düş kurmaya başladığınız kadar sakin olmanız gerekir onu sonlandırırken, ya da bilincinde olmayı bırakmamanız gerekir kurduğunuz "düş" ün, "şu an" olmadığının.. Zaman kavramını düşlerinizin içinde bulundurursanız gerçekliğini yitireceği gibi, düşlemeyi bıraktığınız andan itibaren de zamana dönebilme yeteneği geliştirmeniz gerekir.. Zira zaman ve mekanda kaybolmak uzmanların "şizofreni" diye tabir ettiği ve düş ün sizi esir aldığı bir hale gelmenize neden olabilir. Çünkü insan beyni gerçek bir mucizedir ve kullanabilmek için ciddi bir ehliyet gerekir. Bilinç her zaman bizim acil durum butonumuzdur, bilincimizi yitirdikten sonra düş kurmakta çok daha yetenekli olsak da, zamana dönmek yeteneğimizi o ölçüde yitiririz..

    Bu ve bunun gibi pekçok nedenden dolayı, düş sanılanın aksine son derece yüksek bir bilinç hali ve yüksek bir disiplin isteyen bir süreçtir. Bir hayaller topluluğu değildir ve düş kurmaya yeni başlamış biri genellikle bu ayrımı yapamaz. O nedenle de ilk denemesinde vazgeçip bunun bir saçmalık olduğunu düşünür çoğu zaman.  Oysa her zor disiplinde olduğu gibi düş kurmak da istikrar ve tecrübe gerektirir. Duyularınıza hükmeden beyninize hakim olma yeteneğiniz arttıkça kurduğunuz düşlerin kalitesi de doğru oranda artar, ve ancak belli bir seviyenin üzerine çıktığınız anda aradaki farkı algılamaya başlarsınız.. Bu tıpkı gözleri bozuk bir insanın uygun numarada bir gözlük taktıktan sonra çevresini görmeye başlaması gibidir.. Her düş deneyimi beyin gözümüzün önündeki perdeyi biraz daha kaldırır, ve yetenekleriniz yükseldikçe gerçek bir düş deneyiminin zamana ait olmayan gerçek bir deneyimden farkı olmadığını algılamaya başlarsınız..

    "Peki ne işe yarar "DÜŞ"? Düşlemek denen şeye bunca performans harcamaya ne gerek var? Malum yaşam sıkıntısı, iş güç, çoluk cocuk, ev bark.. bir ton sıkıcı yükün altında ezilmekte, stres altında boğulmakta ve hayatta kalmak için savaş vermekteyken, kim neden düş kuracak, hem buna zaman mı var? Boş işler bunlar..Deli saçması..Tuzu kuru bunların yapacak başka işi yok.."

    İnsan beyni tembelliğe alışmaya görsün.. işte en ufak bir aktiviteye zorlandığında size böyle milyonlarca bahane üretebilir..İçinde bulunduğunuz yaşam savaşında bu gibi savunmalar yapar beyniniz, öfkeli çıkışlar savaş halindeyseniz kaçınılmazdır. ve tabi bunda içinde yaşadığımız toplumun ve onun ürünü olan "toplu bilincin" rolü yadsınamayacak kadar çoktur. Toplu bilinç aslında evrende varolan en büyük yaratıcı güç ve aynı zamanda en yıkıcı silahtır.. Ama bu konuya şimdi değinmeyeceğim.. İşte "düş" tam da bunu öğretecektir size.. yaşamla savaşarak asla kazanamayacağınızı, yaşamla uyum içinde olabilmeyi öğreten bir disiplindir "düş"..


    Düş ne işe yarar? Kısaca ve tek cümleyle açıklamam gerekiyor olsa, "DÜŞ; GÜNE BAŞLAYABİLMEK İÇİN İHTİYACINIZ OLAN SOĞUK BİR DUŞ" derdim size. Çünkü düş, disiplini gereği yoğun bir bilinç hali gerektirir, düşe başlamadan hemen önce yüksek bir bilinç seviyesine ulaşırsınız, düş süresince bütün duyularınızı uyarabilmek için yüksek bir bilinç gücüne ihtiyaç duyarsınız, ve düşü sonlandırırken zamana dönerken yine yüksek bir bilinç halinde bulunursunuz.. Düş beynimizi miskinlikten çıkarıp üretmeye teşvik eden bir disiplindir.  Hatıralarla yetinme eğiliminde olan, kaynaklarını en ekonomik şekilde tüketmeye programlı olan beynimize yeni deneyimler sunarak yeni veriler üretmesini sağlama metodudur düş.  Çünkü beynimiz tek başına düşünme yeteneği olan, "akıllı ve bağımsız" bir varlık değildir, o bizim verdiğimiz komutlarla veriler üreten çok gelişmiş bir bilgisayar gibidir. Bizim yönlendirmemiz olmadan bir et parçasından öte değer taşımaz. Ve aslında beyin, bir otomobilin aküsü gibidir, hayatta kalması sürekli çalışmasına bağlıdır. Üretim yapmadıkça, kapalı tutuldukça tükenir ve bir hastane odasında bir uzman tarafından "beyin ölümü" teşhisi ile defnedilir..

    Düş "farkında olarak" yaşama sanatıdır. Yaşama hakim olabilme potansiyelidir, düş yaratıcı enerjinin parçalarıdır, Her düş deneyimi bir diğerine dokunduğunda onu içine alan bir ÇEMBER dir. Çemberlerin çapları büyüdükçe farkındalık seviyesi artar, zaman, mekan gibi kısıtlayıcı ve fani unsurlar önemini yitirmeye başlar.. Çünkü çemberleri görmeye başladığınız anda evreni oluşturan en büyük çembere doğru bir yolculuk başlar..
    Çemberler mi?... Hayır hayır henüz o konuya değinmeyeceğim:)

    FİKRİMCE: Tüm bunları yazanın tuzu kuru bir deli olduğunu düşündüğünüzü düşünüyorum. Belki öyleyimdir, peki ya siz? Gerçekten beyninizin sadece ortalama  50-60 yıllık fani bir ömürde, köleliğe mahkum ettiğiniz bir bedeni kontrol eden bir kumandadan başka birşey olmadığından emin misiniz? Sizce hangisi daha delice?

DERYA BİRİNCİ